
Hayatın karmaşık denizinde, doğru ile yanlış arasındaki rotamızı belirlemeye çalışırken iki fener ışığına güveniriz: hukuk ve vicdan.
Hukuk, devletin koyduğu, somut kurallardan oluşan bir iskelet gibidir. Toplumsal düzeni sağlar, hakları korur ve cezaları belirler. Vicdan ise, içimizde sessizce fısıldayan, doğruyu ve yanlışı ayırt etmemizi sağlayan o soyut sestir. Peki, bu iki kavram her zaman aynı yöne mi işaret eder?
Yoksa bazen aralarında bir çatışma mı yaşanır?
Bu sorunun cevabını ararken, hukuk felsefesinin temel tartışmalarına göz atmak gerekir. Hukukun en eski yazılı örneklerinden Hammurabi Kanunları, "Göze göz, dişe diş" ilkesiyle vicdandan çok, düzen ve cezalandırma üzerine kurulu bir sistemin ürünüdür. Bu katı yaklaşım, hukukun evrimindeki ilk basamakları gösterir.
Doğal hukuk teorisyenleri, hukukun, insan doğasından veya evrensel ahlaki ilkelerden türemesi gerektiğini savunur. Onlara göre, bir yasa, ahlaki olarak doğru değilse, gerçek bir yasa değildir. Vicdanın sesi, bu felsefenin merkezindedir. Bu düşünceyi en iyi ifade edenlerden biri, "Adaletli olmayan bir kanun, kanun değildir" diyen Augustinus'tur. Benzer şekilde, Cicero da hukukun temelinin doğada olduğunu savunmuştur.
Bu düşünceler, Roma hukukunun gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Başlangıçta katı ve şekilci olan Roma hukuku, zamanla ius gentium (uluslararası hukuk) ve ius naturale (doğal hukuk) kavramlarının etkisiyle daha esnek ve vicdanı gözeten bir yapıya evrilmiştir.
Roma hukukçuları, yazılı kanunların ötesinde, olayın hakkaniyetine ve mantığına uygun çözümler arayan bir yaklaşımla, hukukun sadece biçimsel kurallardan ibaret olmadığını göstermişlerdir.
Öte yandan, hukuksal pozitivizm ekolü, hukuku ahlaktan ayrı bir disiplin olarak ele alır. Pozitivistlere göre, bir yasanın geçerliliği, içeriğinin ahlaki olup olmadığına değil, yetkili bir otorite tarafından usulüne uygun olarak konulmuş olmasına bağlıdır. Bu felsefenin öncülerinden John Austin, "Hukuk, egemenin buyruğudur" diyerek hukukun kaynağını devletin iradesi olarak tanımlamıştır.
Bu yaklaşıma göre, hukuk ve ahlakın ayrımı net bir şekilde çizilir; vicdan, hukukun geçerliliğini sorgulayamaz.
Modern hukuka gelirsek; İngiliz Hukuku (Common Law), vicdanın hukuka nüfuz ettiği eşsiz bir örnektir. Yargıçların verdikleri kararların içtihat oluşturduğu bu sistemde, somut olayların kendine özgü şartları ve hakkaniyet ilkesi ön plandadır. Bu durum, hukukun sadece yazılı metinlerden ibaret olmadığını ve yargıcın vicdanının adaleti sağlamada ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Modern hukukun en önemli belgelerinden Magna Carta, kralın dahi hukukun üstünde olmadığını ilan ederek, hukukun bireysel vicdanların keyfiyetinden bağımsız, herkes için bağlayıcı bir güç olduğunu vurgulamıştır. Amerikan Anayasası ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi gibi belgeler ise hukuku, bireysel hakları koruyan, vicdani değerlere dayanan bir sözleşme olarak ele alır. Bu belgeler, hukukun temel amacının devleti sınırlamak ve bireyin vicdanını güvence altına almak olduğunu gösterir.
Türk Hukukunda ise bu ikili yapı sıkça görülür. Medeni Kanun'un ilk maddesinde yer alan "hakim takdir hakkını hak ve nefaset kaidelerine göre kullanır" ilkesi, yasal metinlerin yetersiz kaldığı durumlarda yargıcın vicdanına başvurmasını zorunlu kılar. Bu madde, hukukun sadece formel kurallar bütünü olmadığını, aynı zamanda vicdan ve hakkaniyet gibi ahlaki değerleri de içermesi gerektiğini vurgular.
Hukuk bu yolculuğa devam ededursun bazen vicdanın fenerini gölgede bırakabilir.
Formaliteler, yasaların katı maddeleri ve prosedürler, adaletin ruhunu kaybetmesine yol açabilir. Örneğin, bir yasa maddesi, teknik olarak doğru olsa da, olayın insani boyutunu ve hakkaniyeti göz ardı edebilir.
Bu durumda, “kanunların ruhu” ile “kanunların harfi” arasındaki gerilim ortaya çıkar. Hukuk, bir araç olmaktan çıkıp, kendi başına bir amaç haline geldiğinde, vicdanın sesi kısılır ve adaletsizlikler kaçınılmaz hale gelir. Aristoteles'in de belirttiği gibi, "Kanunlar, adaletin yazılı hali; adalet ise kanunların ruhudur." Hukukun bu ruhu kaybetmesi, onun temel amacından sapması demektir.
Ancak unutmamalıyız ki, vicdan da tek başına yeterli değildir.
Toplumsal hayatın gerektirdiği düzeni sağlamak için ortak kurallar, yani hukuk gereklidir. Herkesin sadece kendi vicdanına göre hareket ettiği bir dünyada kaos hüküm sürerdi. Vicdan, sübjektif ve kişiseldir. Bir kişi için doğru olan, bir başkası için olmayabilir. İşte bu noktada hukuk, objektif ve bağlayıcı bir zemin sunarak toplumsal barışı tesis eder. Thomas Hobbes, "Kanunların olmadığı yerde, adalet de yoktur" diyerek hukukun toplumsal düzen için vazgeçilmez olduğunu vurgulamıştır.
Adaletin gerçek anlamı, hukuk ve vicdanın birbirini tamamladığı, birbirini dengelediği bir noktada yatar.
İyi bir hukuk sistemi, vicdanın hassasiyetini yansıtan, onu gözeten bir yapıya sahip olmalıdır. Yargıçlar ve hukuk uygulayıcıları, sadece yasa maddelerini uygulamakla kalmayıp, aynı zamanda vicdanlarının sesine kulak veren kişiler olmalıdır. Hukukun katılığı ile vicdanın esnekliği birleştiğinde, hem düzen sağlanır hem de adalet tecelli eder.
Sonuç olarak, hukuk ve vicdan, adaletin iki ayrı kıyısı değil, aynı nehrin birbirine bakan iki yakasıdır. Biri olmadan diğeri eksik kalır.
Hukuk, vicdanın rehberliğinde şekillenmeli; vicdan ise hukukun güvenli limanında yol almalıdır. Unutmayalım ki, vicdanımızın rehberliğinde adaleti arayan bir toplum, sadece kanunlara değil, aynı zamanda insanlığın en derin değerlerine de sahip çıkar.